ÜNİVERSİTELERDE NİCELİK DEVRİMİNDEN NİTELİK DEVRİMİNE GEÇİŞ-BOLU İÇİN YENİ BİR MODEL ÖNERİSİ

- Telegram
Türkiye’nin üniversiteleşme serüveninde Bolu özelinde size yeni ve ikinci bir üniversite önersem nasıl karşılarsınız?
Hadi canım, Bolu ikinci bir üniversiteyi kaldırmaz seslerini duyar gibiyim.
Ama sizden ön yargılarınızı bir anlığına kaldırmanızı ve aşağıda çerçevesini çizmeye çalışacağım yeni model önerisine zihinsel bir alan açmanızı istirham edeceğim.
Bu yazımızla Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi üzerinden kaleme aldığımız değerlendirmelerimize şimdilik bir nokta koyacağız.
1980 yılında sadece 19 üniversitemiz vardı. Türkiye’yi 23 yıldır aralıksız yöneten Ak parti iktidara geldiğinde 53 ü Devlet,24 ü ise Vakıf Üniversitesi olmak üzere 77 Üniversite mevcudu ile işe başladı. Özellikle 2006 -2008 yılları arasında radikal bir artış sağlanarak her ile bir üniversite mottosu ile bu günlere gelindi. Bugün ise artık 129’u Devlet, 79 ‘u ise vakıf üniversitesi olmak üzere toplam 208 Üniversiteye sahibiz.
Bu gözle görünen artışın birçok makul sebeplere dayandığını söylemek mümkün.2000 li yılların başında Türkiye’de üniversite bulunmayan il sayısı 40 tan fazlaydı ve Anadolu’nun birçok ilinde gençler üniversiteye gitmek için başka şehirlere taşınmak zorundaydı. Proje, eğitim fırsatlarını ülke geneline yaymak, yükseköğretimi “elit merkezlerden çıkarıp” toplumun her kesimine ulaştırmak amacını taşıyordu. Bu yönüyle proje sosyo-ekonomik eşitsizlikleri azaltmaya yönelikti ve gerçekten başarı sağladı.2000 li yıllarda Türkiye’de üniversiteye erişim oranı %11 iken bugün %48’lere ulaştı.
Yeni açılan üniversitelerin sanayi, ticaret ve sosyal yaşam açısından durağan durumda olan illerde ekonomiyi harekete geçirdiği, nitelikli insan göçünü tersine çevirdiği, yerel hizmet sektörünü (konut, gıda, ulaşım, sağlık) canlandırdığı, bugün bu şehirlerde nüfusun %10–15’inin doğrudan üniversite ekosisteminden geçimini sağladığı gibi bir dizi olumlu gelişimden de bahsedebiliriz.
Ancak, her ile bir üniversite sloganı ile başlatılan girişimlerin gerekli alt yapı ve ön hazırlık olmadan hayata geçirilmesi bir dizi sorunu da beraberinde getirdi. Yetersiz kampüs alt yapısının yanı sıra nitelikli ve yeterli öğretim üyesi temininde yaşanan güçlükler, kıvamlı bir bilimsel donanıma sahip olmayan akademik iş gücünün doğmasına ve tabi ki de liyakat ve asgari bilimsel donanım şartlarının aşınmasına yol açtı.
Akademik literatür ve analizler, bu hızlı büyümenin araştırma kalitesi, uluslararası görünürlük, kurumsal kapasite gibi niteliksel kriterler açısından paralel bir iyileşme getirmediğini; yeni kurulan üniversitelerin altyapı, kadro ve araştırma performansı açısından çeşitli zorluklar yaşadığını raporluyor.
Buna ilaveten üniversite sayısı artmasına rağmen üniversitelerin kalitesinin Türkiye'nin yükseköğretim sistemindeki büyümeyle paralel olmadığı gözlemleniyor.
Çeşitlilik ve homojenlik konularına bakıldığında, yeni üniversiteler oldukça bürokratik bir üniversite modelini temsil etmekte olup, bu durum ülkemizin yüksek öğretim tablosunu izomorfik yani taklitçi bir forma sokuyor ve onlarca birbirinin kopyası üniversiteler dizini ortaya çıkıyor. Yeni kurulan üniversitelerde yeterli sayıda profesör, araştırma fonu, laboratuvar altyapısı bulunmuyor. Uluslararası sıralamalarda Türkiye’nin üniversiteleri sınırlı sayıda yer alıyor; büyük çoğunluk küresel rekabetten uzak görünüyor.
Sonuç olarak, ilk 10 yılda “erişim devrimi” yaşandı, ancak ikinci 10 yılda kalite zayıflaması gözlendi.
Şimdi artık üçüncü evreye, yani “nitelikli niş üniversiteler dönemine” geçme zamanı.
Türkiye üniversitelerinin nicelik devrimi tamamlandı. Şimdi ihtiyaç olan, illerin özgün avantajlarını merkeze alan, özel sektörle entegre, kalite odaklı nitelik devrimidir.
Türkiye’de üniversiteleşme sürecinin ikinci aşaması, her ile üniversite kurmaktan çok, her ili bir ihtisas merkezi haline getirmek olmalıdır. Bu hem öğrencilerin eğitim kalitesini yükseltecek hem de şehirlerin ekonomik kimliğini güçlendirecektir. Uzun vadede de Türkiye’nin “orta ve alt sıralarda sürünen üniversiteler” tablosunu kırıp, bazı alanlarda küresel lider haline gelmesine imkân verecektir...
Türkiye’nin yeni yükseköğretim politikasında “her şeyden biraz bilen” değil, “bazı şeylerde en iyi olan” üniversitelere ihtiyaç var. Bu anlayışla her il, kendi coğrafyasına, ekonomisine ve kültürel birikimine göre bir odak seçebilir. Örneğin; Kayseri: üretim teknolojileri, Mersin lojistik ve deniz taşımacılığı, Rize: çay ve gıda teknolojileri, Eskişehir: tasarım ve inovasyon, Konya: tarım teknolojilerinde öne çıkarken Bolu: doğa, sağlık ve sürdürülebilir yaşam bilimleri alanlarında temayüz edebilir.
Bolu’nun Akademik DNA’sı; Doğa, Sağlık, Yaşam olarak tanımlanabilir. Bolu, Türkiye’nin doğası en zengin, şehir ölçeği en dengeli illerinden biri. Tarım, orman, turizm, gastronomi ve sağlık temelli bir ekosistem barındırıyor. Bu nedenle Bolu’da kurulacak yeni bir özel veya karma statülü üniversite, doğa ve yaşam bilimleri eksenli bir niş model üzerine inşa edilmelidir.
Bu model yalnızca Türkiye içinde değil, dünya ile bütünleşmiş biçimde düşünülmelidir.
Bu çerçevede konuyu biraz örneklendirelim
İtalya’nın gastronomi markasının akademik ayağını oluşturan Università di Scienze Gastronomiche, Gastronomi ve Gıda Kültürü alanında Bolu’nun Abant, Mengen, Mudurnu hattında oluşturulacak bir modele örneklik teşkil edebilir. Hollanda’da bulunan ve tarım, doğa yönetimi ve sürdürülebilirlik konularında dünya sıralamasında ilk 5’te yer alan Wageningen University , Bolu’nun tarım, ormancılık ve doğa turizmi potansiyeli için bir model oluşturabilir. Yine İsveç’in başkentindeki Karolinska Enstitüsü bugün Fizyoterapi, rehabilitasyon ve yaşlı bakımı konularında uygulamalı eğitim ile araştırmayı birleştiriyor ve dünya tıp biliminde bir otorite sayılıyor. Bolu’da fizyoterapi, geriatri, engelli rehabilitasyonu alanlarında bu modelin yerelleştirilmiş bir versiyonu kurulabilir. Yine Bolu’nun eşsiz orman varlığı, Kanada’da bulunan University of British Columbia benzeri “yeşil endüstri araştırma merkezi” kurmak için ideal bir alt yapı ortaya koyar.
Bolu’nun İKİ büyük metropol arasındaki stratejik konumu, doğal kaynak zenginliği ve güçlü eğitim kültürü, onu Türkiye’de tematik bir yükseköğretim üssü olmaya aday kılıyor. Bu çerçevede üniversitenin öncelikli odak alanları; Gastronomi, Gıda ve Tarım Teknolojileri, Geriatri, Fizyoterapi ve Sağlık Turizmi, Endemik Su Ürünleri ve Doğa Bilimleri, Ormancılık ve Doğal Kaynak Endüstrisi İstanbul–Ankara aksının ortasında, geleceğin yeşil lojistik çözümlerinin test edildiği lojistik uygulamaları olabilir.
Bu alanlar, sadece akademik bölümler değil; aynı zamanda öğrenci girişimciliği, yerel istihdam ve yatırımcı getirisi üretebilecek uygulamalı merkezlere dönüşebilir. Üniversite, kuluçka ofisleri, uygulama çiftlikleri, sağlık otelleri ve Ar-Ge laboratuvarlarıyla kendi ekonomik ekosistemini oluşturabilir. Böyle bir yapı, klasik üniversite anlayışının ötesine geçer:
Burada öğrenci öğrenmekle kalmaz, üretir; akademisyen yayın yapmakla kalmaz, proje geliştirir; yatırımcı destek olmakla kalmaz, kazanç elde eder.
Bütün bu örneklerin kesiştiği bir kavşak noktası olabilecek olan Bolu’da 5000 öğrenci sayısını, 500 öğretim üyesi kadrosunu geçmeyecek, en fazla 5 fakülteden oluşan, kendisi küçük hedefi büyük bir vakıf üniversitesi kurulması halinde küçük bir şehirden, küresel ölçekte tanınan bir üniversite doğabilir. Yeter ki doğru alan seçilsin, şehir üniversitesiyle, üniversite de şehirle bütünleşsin.
Yeni üniversite büyük değil, derin olmalıdır.
Bu üniversite seçilen alanlarda Dünya çapında en ön sıralarda yer alacak şekilde tasarlanmalıdır.
Bu üniversite akademisyenlerine sağladığı imkanlarla Dünya çapında bilim adamlarını bünyesinde toparlayacak imkanlarla donatılmalıdır.
Bu ölçekteki bir üniversite; her yıl 800–1.000 mezun verir, Mezunlarının %80’i kendi alanında istihdam edilir, Araştırma bütçesinin en az %40’ını sanayi iş birliklerinden sağlar. Böyle bir model, mezun fazlası değil, nitelikli iş gücü fazlası üretir.
Yazının burasında Türkiye’de üniversite sayısındaki artışla, istihdam oranının başa baş gitmediği hususunu da irdelemek gerekir. 2024 itibarıyla Türkiye’de her yıl yaklaşık 950.000 lisans mezunu veriliyor. Ancak özel sektör ve kamu toplamı yılda yaklaşık 300.000 nitelikli pozisyon açabiliyor. Yani her yıl 600.000 civarı mezun, mesleğiyle doğrudan ilişkili bir işe yerleşemiyor.
Bolu’da kurulması önerilen üniversite, “her yıl mezun vereyim” mantığından çok “her mezun istihdam edilsin” hedefiyle çalışmalıdır.
Bu tür bir yönelim, üniversitelerin sadece öğrenci yetiştiren değil, bölgesel kalkınmanın beyni haline gelmesini sağlar. Çünkü üniversite, bulunduğu ilin ekonomik zekâsının laboratuvarı olmalıdır.
Anlaşılacağı üzere Bolu’da mevcut Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesine devlet üniversitesi mantığıyla eklemlenen bir üniversiteden bahsetmiyoruz. Bahse konu model önerisi tamamen Vakıf üniversitesi mantığıyla kurulan, organize olan ve yürütülen küçük ama bölge özelliklerine uyumlu yeni bir üniversitedir. Bu üniversite mevcut devlet üniversitesinin doğal habitatından da faydalanmakla birlikte eğitim ve araştırma hizmeti verdiği alanlarda dünya çapında sıralamalarda yerini alacak bir esneklik ve dinamizme sahip olacaktır.
Bu yeni niş üniversite modeli, sıfırdan bir kampüs yatırımı gerektirmeden, mevcut Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi kampüs alanı içinde ayrılacak belirli bir bölümde hayata geçirilebilir. Bu alan, devletin arazi tahsisi yetkisiyle Vakıf, YÖK ve yerel yönetimlerin ortak planlaması sonucu belirlenebilir.
Böyle bir model, hem mevcut altyapının verimli kullanımını sağlar hem de şehirle üniversite arasındaki entegrasyonu güçlendirir.
Ayrıca aynı kampüs içinde, farklı bir yönetim ve akademik yapıya sahip ikinci bir kurumun kurulması, Bolu’yu yükseköğretim çeşitliliği ve yenilikçiliği açısından öne çıkarır.
Bu yapı sayesinde; BAİBÜ, mevcut genelci devlet üniversitesi kimliğini sürdürürken, yeni kurulacak vakıf/niş üniversite, uluslararasılaşma, bölgesel inovasyon ve uygulamalı araştırma merkezli bir yapı üstlenebilir.
Bu iki yapı birbirini rakip değil, tamamlayıcı nitelikte güçlendirir. BAİBÜ’nün bilimsel altyapısı ve öğretim kadrosu, yeni üniversitenin kuruluş sürecinde doğal bir ekosistem desteği oluşturur.
Bu ulaşılamayacak bir hedef değil. Unutmayalım ki hayali olmayanın hayatı olmaz.
Şehir; siyasetçisi, bürokratı, sivil toplum kuruluşları ve iş adamlarıyla bir araya gelebilmeli ve kısır tartışmalardan uzak böylesi projelere odaklanmalıdır.
Evet sevgili dostlar, biliyorum yazım uzun olduğu için birçok hemşerimizden yine eleştiri alacağım.
Nasıl bir rektör olmalı sorusundan önce nasıl bir üniversite olmalı sorusunu temel alarak acizane bir ufuk açmaya çalıştım.
Keşke bu şehirde insanlar, karar vericiler ve yön vericiler, kimin rektör ya da özel idare genel sekreteri olması gerektiğini tartışana kadar, kurumların hangi standartlarda hizmet üretmesi gerekliliği hususunda olması gereken tavrı gösterebilseler diyorum.
Allaha emanet olunuz.